05-08-2020 Recai ŞEYHOĞLU

                                                                        

Sonunda bu bayram da bitti.

Her yıl rastladığımız gavatlıklar da…

Sivas’ta ve Urfa’da kurbanlık danayı traktörün arkasına taktığı çengelle sürükleye sürükleye götüren kurban sahibi beyefendileri televizyon ekranlarında izlemişsinizdir.

İçiniz cız mı etti yoksa o beyefendilerin kulaklarını mı çınlattınız bildiğim yok ama çok kişinin öfkelenip bağırıp çağırdığını tahmin edebiliyorum.

Bir hayvana bu denli eziyet edebilecek insanın ancak bizim ülkemizden çıkabileceğinin kanıtı gibiydi o görüntüler…

Kestiği kurbanın artığını/ pisliğini çöp tenekesine koymayıp da tenekenin dibine koyanların  inancı ve insanlığı da şaşırtıcıydı doğrusu.

Bu ilkellik kokan görüntüleri her yıl yaşadığımız için şaşmıyorum.

Kurban keserken elini ayağını kesen amatör kasap görüntüleri de pek şaşırtmadı beni.

Bunlar, bildiğimiz birer Türkiye klasiği çünkü…

Eskimeyen…

                                                                                 *

Bayramda yaptığım ilk iş abim bildiğim dostlarımı aramak oluyor öncelikle. İçlerinden biri benden önce davranıp beni mahcup etse de …

Kimmiş o abilerime gelince…

 Veli Lök, Yekta Güngör Özden, Kemal Nehrozoğlu, Öcal Uluç, Fahir Işıksız, Hakkı Ülkü…

Onların sesini duyuyor olmak bile güzel… Huzur veriyor.

Her biriyle sık sık telefonla konuşuyorsam da bayramlaşma daha bir başka tabii ki…

Ama bir şey var ki 29 Ekimlerde daha fazla coşku  yaşayanlardanım ben.

Bir gün bile oruç tutmayıp, ramazan ayı sonunda  eşime dostuma bayramınız kutlu olsun demeyi garipsiyorum biraz. Allah’tan ki kimse de sorgulamıyor bunu.

Abim dediğim altılıdan biri,  bana biraz babam/ biraz abim gibi gelen Veli Lök.

 Kulağıma dalga sesleri gelir gibi olunca o sabah, hemen bir istekte bulundum: ‘’ Hocam bana hemen mayolu ve denizde kulaç atarken iki üç fotoğrafınızı gönderir misiniz?’’

Nedense aklıma bir şeyler geldi işte!Kimbilir ne yapacağım o fotoğrafı…

İstekte bulundum ya… Ne neden/ niçin diyor ne de merak ediyor.

Ardan biraz zaman geçince de gönderdi zaten. Maşallahı vardı fotoğraflarda…

88’inde ama hâlâ 60’ını sürenlerden o…

6  abimden sonra 1966’da müzik dersime girmiş olan İlyas Kalay öğretmenimi aradım. Hem annemin hem babamın arkadaşı olan İlyas Hocam,  bir ara Salihli’de CHP İlçe Başkanlığı da yapmıştı.

Neler yapıyorsun hocam deyince, sabah öğlen arası plaja gittiğini/ yüzdüğünü/ güneşlendiğini ve gazete okuduğunu söylemişti.

Laf arasında da çok iyi olduğunu, hiç doktora gitmediğini söyledi.

Hocam 96 yaşında… Ben onun bir günden bir güne başının ağrıdığını, yoruldum dediğini duymadım hiç…

Ardından İbrahim Çiçek hocamı aradım. O da 1967’de el-işi dersime girmişti. Annemin ilkokuldan sınıf arkadaşıydı. Emekliye ayrıldığında da matbaacılık/ yayıncılık yapmıştı.

Hâlâ yazıyor… Araştırmacı- gazeteci gibi…

İbrahim hocam da 95’inde…

                                                                        *

Şerefettin Hocamı unutur muyum?

Çok sevdiğim, 1969’dan coğrafya hocam Muhtar Canda’nın sevgili ağabeyi…

Hoca Nasrettin gibidir Şerefettin Canda.

Antakya’da rektörken ziyaret ettiğimde ne güzel  dakikalar yaşamıştık…  Ne de çok ilgilenmişti benimle…Hayat dolu, sportmen ve hep üretken… Öğrendim ki gene iki kitaba imza atmış. Biri İngilizce diğeri Türkçe olan…

Doğum tarihinin 1944 olduğuna bakmayın siz. Nüfus memurunun bir yanlışı olsa gerek.

35’inde gibi maşallah!

Öğretmenlik yıllarımda hep elimden tutan Kemal Lökçü’yü aramaz olur muyum hiç…

Çalıştığım her okulda, her şeker ve kurban bayramında  onar/ onbeşer öğrencimi baştan sona giydiren/ kuşatan ve yedirip içiren bir arkadaşım…

Yeşilyurt/ Üzümcü’de çalışırken okulun kitaplığı için Dünya Klasikleri ve Türk Klasikleri istemiştim de hemencecik  nasıl da gönderivermişti okula…Kemal, hem arkadaşım hem abim bildiğim bir hemşehrim. Unutmak ne mümkün onu!

Arif Yılmaz ise beni üç konuşturup beş güldüren bir dost…

Kalbimden sorumlu devlet bakanım!

Çünkü, kalp ve damar cerrahı kendisi.

Ama hekimliğinden öte her sözüyle  insanı düşündüren ve iki kilo güldüren  bir dost o.

Yarım saat  birlikteyseniz, bilin ki yirmi dakikası kahkahadır.

Birgül Kitapçı, yayımlanan her kitabımı vitrinine koyan,  değerbilir/ saygın  bir İzmirli.

 107 yıllık Yavuz Kitabevi’nin sahibi… Soyadlarını yıllar önce Atatürk vermiş.

İşinde çok titiz, saygıdeğer, hanımefendiler kraliçesi bir esnaf…

Onu her gören ve  konuşan eminim Birgül Hanımın mezun olduğu okulları hayal etmeye başlayacaktır.

İhmal edersem  Birgül Hanımı, suç işlemiş olurum.

Kara günlerimde hep yanıbaşımda olan Erdal Karademir…

Karşıyaka’nın, edebiyat dünyamızın centilmeni Hidayet Karakuş…

Çocuksu heyecanlarına ve kahkahalarına bayıldığım Nüket Hürmeriç…

Dişlerimden sorumlu canım arkadaşım Avni Aydemir…

 Suat Salgın/ Oben Ulu/ Hürol Dağdelen/ Yunus Karakaya/ Kazım Erkmen/ Sedat Sözer/ İlker Çoban gibi gazeteci dostlar…

Ve tabii ki unutulan/ hiç istemesem de ihmal ettiğim sevgili kardeşlerim/ arkadaşlarım…

Konuştuklarım, ihmal ettiklerim, unuttuklarım…

Her biriyle güzellikleri paylaştık.  Güldük gülüştük… Keyfimizi kaçıran konulara teğet geçtik hep.

Bayram ağız tadıyla geldi geçti belki ama hiç düşündük mü acaba …

Bayramda kaç aile kavurma yedi?


Bu yazı 659 defa okunmuştur.



Recai ŞEYHOĞLU Diğer Yazıları
Köşe Yazarları
Çok Okunan Haberler
Anketimize Katılın
Henüz anket oluşturulmamış.
Namaz Vakitleri