Recai ŞEYHOĞLU
KAYBOLAN ÜNİTE
KAYBOLAN ÜNİTE
“Siz gidin çocuklar. Ben ayrılamam torpağımdan.”'
Sümeroğulları’nın bilge dedesi Beşir, Nuh diyor Peygamber demiyordu.
“Dedemin, babamın torpağı bu. Anılarımın torpağı. Acı, tatlı neyse...”
Eşyalar denk edilmiş, her şey toplanmıştı. Kamyoncudan haber bekleniyordu.
Beşir Dede, caminin hemen yanı başındaki bahçeli, üç odalı, bol çiçekli evinde mutlu görünmüyorsa da buradan ayrılmayı istemiyordu.
“Ormanı, dağı, köyü yakanların seni de mi yakmasını istiyorsun baba?” diyen Şerafettin, “Ben çok mu hevesliyim sanki elin memleketinde itilmiş kakılmış olmaya?” diyordu sesine fren koymadan.
Köy olduğu gibi boşalıyordu. Çevredeki diğer köyler de… Yakın illere, uzaklara...
Köye gelenlerden sesi çok çıkan, beli silahlı, sinirli, öndeki iki dişi kırık olan otuzlarındaki buğday tenli olan “Ağzınızdaki fermuarı çözeyim demeyin gittiğiniz yerlerde, sağlığınızı- çoluk çocuğunuzu düşünüyorsanız…” demişti.
Denklerin başında duranlar ne ağıt yakıyor ne de gürültü yapıyorlardı. İkide bir “Köyden ayrılana kadar kör, sağır olun.” diyen muhtara, “He babo he!” diyorlardı gözleri dolu dolu.
Kalan sadece Beşir Dede, Baki Amca ve Nurullah Hoca’ydı.
Baki Amca, “Ben burada öleceğim. Adımız değişti ses çıkarmadık, çok üstümüze geldiler ses çıkarmadık. Sessizce ölüp gitmemize karışmazlar herhal.” derken burnunu siliyordu.
Nurullah Hoca, ne öğretmen emeklisi ne de imamlıktan emekliydi. Köylünün onu tanıdığı günden bu yana hep hoca diye anılıyordu.
Denklerinin başında salya sümük olmuş, cami cemaati kadar olan sessiz kalabalığa biraz öfke biraz acı ile “Gittiğiniz yere ters düşmeyin. İnatlaşmayın, herkesten bir şeyler öğrenin, öğrenin ama öğrendiklerinizi de öğretin. Bizi, törelerimizi unutmayın, unutturmayın.” dedi.
Muhtarın anlaştığı kamyonlar köye geldiğinde hava kararmak üzereydi.
*
Yener Öğretmen kahveye girdiğinde şaşırmıştı. Duvarlardaki Pers askerlerini andıran resimler ve camlı çerçeveli taş ev resim ve fotoğrafları ile kim oldukları belli olmayan / adı yazılı olmayan yaşlı adam fotoğrafları dikkatini çektiyse de ne garsona ne de ocakçıya bir şeyler sordu.
Her akşamüzeri bu kahveye gelip köşede bulunan ‘Dedemin Kitaplığı 6’dan bir kitap alıyor ve her defasında en az 50 sayfa okuduktan sonra ayrılıyordu.
Bu semte yeni atanmış, evi de buradan tutmuştu. Kahveyi tavsiye eden de karşı dairede oturan veterinerdi. “Mezopotamyalının kahvesinde hem çay güzeldir hem de ilginç kitaplar görebilirsin.'' demişti.
6’nın ne anlama geldiğini de bir hafta sonra öğrendi.
“Ben tanımıyorum/bilmiyorum. Dedem, babam, akrabalarım köyleri yakıldığında memleketten buralara göçmüşler. Nurullah Hoca diye bildiğimiz bir büyüğümüzün tavsiyesiyle kahvelere kitaplıklar kurmaya başlamış dedem. Hem oyun oynayın hem de hep öğrenin. Mezopotamya’yı unutmayın demiş. Dedem de kazandıklarıyla bu bölgedeki kahvelere kitaplıklar kurmuş. Burası 6'ncı.”
“Duvarda asılı olan yaşlı adam mı ?”
“İşte o Nurullah Hoca denilen. Fakat dedem altına adının yazılmasını istemiyor.”
*
Dedemin Kitaplıkları, 14’ü bulunca belediye başkanı her kitaplığa Atlas dergileri, şiir kitapları ve bilim teknik dergileri gönderir olmuştu. Arada bir de kültür müdürünü, iki yardımcısını alıp ziyaret eder olmuştu bu kitaplıkları. Kentin diğer bölgelerindeki kahvelerde açılan ‘Kent Kitaplıkları’ işte böyle başlamıştı. Belediyenin bu girişimi diğer belediyeleri de etkilemişe benziyordu.
Kaybolan, çalınan oluyordu. Bazı kitaplarla ilgili şikâyetler oluyordu ama sayı durmuyordu.
Kentin valisi bu gelişmelerden haberdar olunca hem Dedemin Kitaplıklarını hem de Kent Kitaplıklarını ziyaret etmiş, kahvedekilerle söyleşmişti. Gazetelerde de yer alınca özellikle Dedemin Kitaplıklarına ilgi artmış, bahaneyle kahveler de konuklar gelip gidiyor diye daha bakımlı olmaya başlamıştı.
Yener öğretmen, Mezopotamya kültürünü bu kahveye gelip gittikçe öğrenir olmuştu. Daha doğrusu merak eder olmuştu. Öğretmen arkadaşlarına da anlatıyordu çay içmeye gittiği kahveyi.
Kahveciye teklifte bulundu: “Yağlı boyayla kitaplığın arkasındaki duvara ‘KİTAP AYDINLATIR’ yazmamı ister misiniz?”
*
Çalışan kadınların pantolon giymesi, otobüslerde sigara yasağı gibi konular önemli değişikliklerdi aslında. Ülke, bu değişime kolay ayak uydurmuştu. Kansız ve tartışmasız… İtiraz olduysa da tek tük...
Sümeroğulları’ndan Beşir'in torunu Sümer, öğretmenlikten emekliye ayrılmış özel bir eğitim kurumunda çalışmaya başlamıştı. Kurumun bitişiğindeki Dedemin Kitaplığı 13’ü Nurullah Hoca’nın torunu ile birlikte kurmuşlardı. Sümer de Mezopotamya toprağına olan özlemini bu çalışmaya omuz vererek sürdürmek istiyordu. Bu amaçla da karşı yakada Sümeroğlu Kitaplıkları açmıştı.
“Nurullah Hoca’nın öğren, öğrendiğini öğret öğütünü dedemden duymuştum ben.” dedi arkadaşlarına.
Kentte bir anda parlamıştı bu kahve kitaplıkları.
Belediye Başkan Yardımcısıyla Başkan kurumdaydı o gün. Mezopotamya kültürüyle ilgili yapmak istedikleri program için konuşmaya gelmişlerdi.
Başkan, folklor ve müzik konusunda araştırmaları olan emekli bir akademisyendi. Çay kahve faslından sonra yerinde duramayan upuzun boylu/ elinde üç cep telefonu olan başkan yardımcısı söze girdi. “Hocam, Güzeloba’daki Erzurumlular da kitaplık istiyorlar kahvelerine. Ama büyük bir kütüphane...” dedi kendisine. Başkana gülerek “Öyle değil mi başkanım? “ dedi.
“Benden önceki başkan bu projeye gönül verip elden tutmuş ama belediyemiz çok borç içinde. Biz olmayalım bu işte.” dedi başkan.
“Peki” dedi Sümer. “El veririz.”
Aradan bir hafta geçti geçmedi, belediyenin bir kamyonu Türkü Apartmanı’nın önündeydi. Beş parçalı, ahşap ve metal karışımı üniteyi gelenlere teslim eden Sümer, “Başkan yardımcısı arkadaşa selam söyleyin.” dedi.
Ünite, burada oturan ünlü öykücü Ahmet Yeni’nin ünitesiydi. Yeni bir ünite alacağı için Sümer’e “İhtiyacı olan birine ya da sizin kahvelerden birine verebilirim.” demişti.
Zamanlama harikaydı. Erzurumluların şansındandı bu, dedi Sümer.
Kitaplar için de el ele verip çözeceklerdi sorunu. Her kahve kitaplığından beşer adet seçtiler ve karşı yakadaki kahveye gönderdiler. “Zaman içinde kitap sağlayıp göndeririz.” dedi.
Yaklaşık bir ay sonra başkanla tekrar görüştüklerinde sordu Sümer: “Başkanım ne oldu Erzurumluların kahvesindeki kitaplık işi?”
Başkan sanki biraz mahcup gibiydi.
“Sümer Hocam, o üniteyi kaybetmişler maalesef!”
Afalladı. “Nasıl yani?” dedi.
“Konuşuruz sonra.” dedi başkan.
Kitap kaybolabilir, çalınabilir, üstüne çay dökülebilirdi ama ahşap ve metal karışımı olan o güzelim ünite nasıl kaybolurdu...
Sonraki günlerde başkan, “Size bu konuda çok mahcubuz.” dedi.
Özetle... Ünite ortadan kaybolmuştu. Canı çok sıkılan Sümer bunu yerel bir gazetede dile getirmişti Okuyanlar da kim o başkan yardımcısı demişti.
*
13 yıl sonraydı...
Büyükelçilikten emekli Cemal Nehiroğlu’nun aracılığıyla Sümer, belediye başkanından randevu almış görüşmek üzere başkanlığa gelmişti. Belediye Başkanı, Cemal Bey’le onun valilik yaptığı günlerden tanışıyordu. İki yakın dosttular.
Sümer de belediyede çalışmak için müracaatta bulunmuştu.
“Çalışmak istiyorum efendim. Sosyal- kültürel projelerde yer alırsam size yararlı olurum.” dedi.” “Dilekçenizi, bu getirdiklerinizle birlikte değerlendireceğiz hocam. Hemen özel kalem müdürüme havale edeceğim.”
Sevinçle çıktı odadan. Yanlışlıkla başkanlık odasına girdiği kapıdan değil de yanındaki kapıdan çıkarken hemen solundaki koltukta oturan kişiye gülümseyerek selam verdi. Tanımasa da...
Birden döndü, dikkatlice baktı evet oydu. Yıllar öncesinin başkan yardımcısı. Üniteyi kaybeden başkan yardımcısı. Hakkında yazı yazdığı kişi...
“Merhaba” dedi.
“Merhaba hocam” dedi koltuğunda oturan/elinde telefon olan kişi. Telefonu bitirmesini bekledi. Yaklaşık beş dakika kadar oldu bu bekleme...
“Merhaba başkanım, hayrola siz ne yapıyorsunuz burada?”
“Ben başkanın özel kalem müdürüyüm hocam.”
Aradan aylar geçti.
Cemal Bey’den gelen, “Başkan hatırımı kırmaz sanıyordum ben.” telefonuna “Yıllar önce ünitemizi yok eden başkan yardımcısı şimdi yeni başkanın özel kalem müdürü olmuş. Benim işi zor yapar o.” diyemedi Sümer.