13-11-2019 Recai ŞEYHOĞLU

                           

 

Öğretmen okulunda okuyorken okulumuzun bahçesinde her gün bizlerle birlikte olan,  neredeyse sınıf arkadaşımız gibi kaynaştığımız Cevat’ın siyah saçları/yosun yeşili gözleri ve upuzun boyu rüyalarımı süslemiyorsa da aklımdan gitmiyordu hiç.

Sınıf arkadaşlarımdan Cevdet ve Kurban’ın bana olan ilgisini biliyorum, onların her fırsatta bana yakınlaşıp “Bir şeyler içebilir miyiz kantinde?” demeleri gururumu çok okşasa da gözüm hep siyah saçlı yeşil gözlü Demir’de. Kantinde çay içmeyi bunun için sevmiyordum. Çünkü Demir hiç kantine gelmiyordu. Onun görev yeri okul bahçesiydi. Öğrencinin neden görev yeri hep okul bahçesi olsun ki diyebilirsiniz pekâlâ. Demir öğrenci değil ki…

Bizim okulda kavga döğüş hiç bitmiyordu hiç.  Öğretmen okulu binası içinde yeni açılan eğitim enstitüsünün ilk öğrencileriydik. Çok sayıda ilde açılan bu enstitülerde genellikle bir siyasi partinin gençlik kolları üyeleri okuyor gibiydi. Farklı düşünenleri de sindiriyorlardı. Kimin neci olduğu henüz bilinmese de kümeleşmeler başlamıştı. Yakasında bilinen bir rozet taşıyanlar çoğunlukta gibiydi.  Omuz vurmalar, sözlü sataşmalar okulun açılışından üç ay sonra başlamıştı.

Öğretmen okulunun öğrencileri ise yan tutmuyor gibiydiler. Ne var ki zaman sonra onlar da abilerine(!) uyacaklardı.

 İki grup arasında yaşanan gerginlik ve sık sık yaşanan kavgalar nedeniyle valilik okula polis yerleştirmişti. Demir, bahçede dolaşan polislerdendi.

Öğretmenlerim de arkadaşlarım da pek memnun görünmüyordu benim Demir’e olan ilgimden, kantinden ona çay getirmemden. Görevdeyken içemezmiş ama ben getirince ‘hayır’ demiyordu.

Hafta sonlarında da Özlem Çay Bahçesi’nde buluşuyorduk. “Ben anlayamıyorum sizin arkadaşlarınızı, neyi paylaşamıyorlar ki de sürekli birbirlerine düşman gibi bakıyorlar?” dediğinde ben de ona saldırganların hep bıyıkları aşağı sarkık olanlar olduğunu, sırtlarını devlete dayayarak diğer öğrencileri sindirmeye çalıştıklarını ve çoğunun da ne kitap ne de gazete okuduklarını anlatıyordum. Okul müdürünün de o öğrencileri koruduğunu kolladığını…

Demir, henüz beş yıllık polisti. Daha önce Marmaris’te trafik polisliği yaptığından buradaki gerginliği anlamakta zorlanıyordu. “Bize diyorlar ki kavgada sakın ola ki yanlı davranır, birilerini kollamaya çalışırsınız ha…”  dediklerini söylüyor ve mümkün olduğunca bahçede her öğrenciyle dostane ilişki kurulması talimatı aldıklarını dile getiriyordu.

“Ama ben sana bir şey söyleyeyim Suna, bizimkilerin çoğu hep o sarkık bıyıklılardan.’’

Bazı akşamlar telefon ediyordu arkadaşlar, “Yarın okula gitmiyoruz.” diye. Ben dinlemiyordum ama. Demir’i göremeyeceğim yoksa… Okula gittiğimde de takılıyordu Demir’in arkadaşları:” Hocanım, sizin arkadaşlar bugün gelmediler. Siz niye geldiniz ki…”

Zamanla benim arkadaşlarımın kökü dışarıda ideolojilerin tutsağı olduklarını da söylemeye başladılar. Bu nedenle de Demir’le bahçede görüşmemeye başladım. O, lavabo bahanesiyle kantine geliyor iki üç dakika o arada görüşebiliyorduk.

Soğuk mu soğuk bir gündü. Her yer bembeyaz kardı. Okul kapısından içeri girerken polislerin yanında bulunan Hayrullah’ın bizlere/daha doğrusu yanımdaki Sinan, Buğra, Ali ve Arslan’a “Bunlar Moskof uşağı, Moskofların soğuğuna alışıktır, üşümezler!”’ demesiyle birlikte ortalık öyle bir birbirine girdi ki on altı öğrenci devlet hastanesinde acil serviste bulduk kendimizi. Kafası, kolu, ayağı sakatlanmış öğrenciler olarak… Benim sağ ayağım ve sırtım ağrıdan geçilmiyordu. Anımsayabildiğim tek görüntü Hayrullah’ın yanındaki Alparslan’ın bize doğru zincir sallamasıydı. Sabah sabah o zinciri nerden bulduysa…

Polislerden birinin de eli yaralıydı.  Biz hastaneye getirildikten sonra da olaylar devam ettiğinden okul üç gün tatil edilmişti.

Demir’in 90 kilometre ilerdeki ilçeye gönderilmesi de o hafta sonunda olmuştu. Pasif davrandığı için cezalandırılmıştı. Bana 10 gün rapor verildiği için raporumun son günlerinde ziyarete gittim Demir’i. Beni ilk kez o gün karakol kapısında sarıp sarmalamıştı. Hayatımda ilk kez bir erkek tarafından kucaklanıyordum. Öyle hoşuma gitmişti ki… Keşke iki üç kez daha kucaklasaydı…

Eğitim enstitüsünün son sınıfındaydım. Haziranda mezun olacak ve kim bilir nereye atanacaktım.

Komiser, eğitim enstitüsü öğrencisi olduğumu öğrenince afallamıştı. “Demir, akraban mı oluyor hocanım?” demişti. Demir de ben de bu soruya yanıt verememiş, başımızı öne eğmiştik, mahcup mahcup… Mutfak gibi kullanılan odaya çekilip orada muhabbet etmiştik gözlerimize baka baka. O gün anladım ki ben Demir’i çok sevmişim. Demir’in bana bakışından da onun beni sevdiğini anlamak zor değildi. Hele, “Biliyor musun ‘vur’ dediklerinde kimseye ne vurdum ne de jop salladım o gün.” dediğinde sarılıp öpesim geldi onu.” Meğerse suçum oymuş. Ben ne biçim polismişim, gidip annemin dizinin dibinde oturaymışım.” derken ne kadar da çocuksuydu.

“Alın bunu okuldan, gönderin en uzak ilçe karakoluna” diyesilermiş.

Annemle babam küplere bindi o akşam. Ben nasıl olur da bir polisi ziyarete gidermişim o ilçeye. Hiç mi ailemizi düşünmezmişim. Ne işim varmış bu iktidarın polisiyle…

Diyemedim bizimkilere Demir’e olan ilgimin sevgi olduğunu. Okuldaki sarkık bıyıklıların hemen hemen her gün söyledikleri  ‘Çırpınırdın Karadeniz’ gibi geliyordu bana annemlerin ikide bir söyledikleri… Hep aynı olancan sıkıcı laflar…

Okuldaki polisler önceleri bana sevgi dolu bakarlarken şimdi sanki değişmiş gibiydiler. Yeni polisler ise daha garip bakıyorlardı. Yazdığım şiirlerin koridordaki “Öğrencinin Sesi”  gazetesine asılmasının yarattığı gerginlik  yüzünden bir gün  okul müdürü çağırdı: “Bak kızım, bu kez Demir’in de kurtaramaz seni, ona göre!” Tepem atmıştı. “Ne demek Demir’im?” diye haykırmıştım. Benimle böyle konuşmasına izin veremezdim müdürümün. Lakin müdürüm öfkemi anlamış değildi. “Demir polisle ilişkini bilmiyor muyuz sanıyorsun sen?” diye konuşmasını sürdürmüştü ‘Duce Yavuz’

Mussolini’ye çok benzediği için Ankara günlerinde onu böyle biliyorlarmış.

Yığılıp kalıverecektim neredeyse.

Günler hiç de güzel geçmiyordu. Hafta içinde en azından üç kez olay yaşanıyordu okulumuzda. Polislerin her biri de değiştirilmişti. Sarkık bıyıklılarla içli dışlılardı yeni gelenler.

O yıl çok arkadaşım yaralandı. Kimisi haftalarca hastanede yattı. Kimisi de okuldan ayrıldı.  Naklini isteyenler oldu. Okul olduğu gibi sarkık bıyıklılara kaldı.

En güzel günlerim hafta sonları gelen Demir’le geçirdiğim iki saat oluyordu. Dostluk Çay Evi’nde…  Özlem Çay Bahçesi sahibi, gerginlikler nedeniyle çay evini devretmiş, adı da değiştirilmişti yeni işletmeci tarafından. Çay evindeki arkadaşlarım Demir’in kim olduğunu soracak olduklarında lafı eveleyip geveliyor/ Demir’in polis olduğunu söylemiyordum.

Dayanamıyor, bazı cumartesileri ben de Demir’in yanına gidiyordum.

Ne zaman ki okulun duvar gazetesinde çıkan şiirlerin sahibi olduğum ortaya çıktı, işte o gün Demir’le sorunlarım da başladı. Okuldaki bir polis görev icabı karakola geldiğinde beni tanımış. “Bu aşırının teki, ne arıyor Demir polisle?” diye konuşunca Demir’in arkadaşları da o saygılı bakışlarını terk etmiş, bana başka bir gözle bakar olmuşlardı. Tadım tuzum kaçmıştı. Demir’in de…

Öğrendim ki Demir Bitlis’e atanmış.

İlk kez o gün ağladım. İlk kez o gün mutsuzluğu yaşadım. Demir’siz yaşam şiirsiz yaşam gibiydi.

Dostluk Çay Evi’ndeki son görüşmemizde, tayinimin çıktığı gün yanında olacağımı söyledim.

Öyle de yaptım. Artvin’e çıkmıştı tayinim.

Anneme ve babama gerçeği söylemedim. Biliyordum ki Demir’i istemeyeceklerdi. Sınıf arkadaşlarımla bir hafta Avanos’ta Ayferlerin çiftliğinde tatil yapacağımızı söyledim. Onlardan sadece yol parası istemiştim. Babam sonuçta marangozdu. Geliri sınırlıydı. Ona yük olmak istemiyordum. Eczacı olan Leyla Abla’dan maaşı alınca öderim diye 250 lira alıp düştüm yollara.

Otogarda beni bekliyordu Demir. Otobüsten iner inmez kimin ne diyeceğine aldırış etmeden öyle sarılmışım ki Demir’ime… Muavin arkamızdan seslenmese valizsiz kalacaktım nerdeyse. “Yenge valiziniz?”

Öğretmenevine geldiğimizde heyecandan nefes nefeseydim. Hemen her şeyi konuşmalıydık burada. Hem de hiç vakit geçirmeden…

Ağustos sonunda Demir’in ailesine gidip tanışıp görüşecek ve nikâh tarihini belirleyecektik.

Zaman öyle akıp gidiyordu ki Eylülün 14’ünde kendimi Hopa’nın bir köyünde lojmanda buluverdim.

Artık Suna öğretmendim. Suna Hocanım!

Yıllarca hiç evlenmeyecek, Demir’in özlemiyle yıllarını geçirecek olan Suna Öğretmen…

 

 


Bu yazı 2041 defa okunmuştur.



Recai ŞEYHOĞLU Diğer Yazıları
Köşe Yazarları
Çok Okunan Haberler
Anketimize Katılın
Henüz anket oluşturulmamış.
Namaz Vakitleri