25-02-2021 Recai ŞEYHOĞLU

                                                                          

Beni bilmeden eğitendi. Yol arkadaşımdı. Sofra arkadaşımdı.  Resimlerimin  kahramanıydı.   Patronumdu. Yazlıktaki ortağımdı. Zor günlerimde omuzdaşımdı.

Daha ilkokula bile başlamamıştım. Eve getirdiği gazeteleri yere serer, hem rakısını yudumlar hem de  okurdu. Kucağında yiyecek içecek ve Hayat Ansiklopedisi  fasikülleriyle  çıkagelir, fasikül başında  okuma kavgası yapardık.

O günlerde ehliyet almak için çalıştığından evin sağı solu trafik işaret ve levhalarıyla doluydu. Her levha da onun eseriydi. Trafik işaretleri gibi…

Çizgileri, resimleri, özellikle portreleri tartışılmaz güzellikteydi. İlkokulda olsun ortaokulda olsun bütün resimlerim onun eseriydi. O yapıyordu, notu alan da ben oluyordum. Bana da takılıyordu, ‘’ Kaç aldım? ‘’ diye…

Tomris Hanım, ‘’ Gene mi babana yaptırdın Recai? ‘’  dediğinde süklüm püklüm ‘’ ikimiz… ‘’ dediğim olurdu. Ya da ‘’Babam yardım etti öğretmenim.’’ Diyordum.

Tomris Hanım kaçın kurrası!

İnanmıyordu ama inanmış gibi davranıyordu.

El becerisi, resim, matematik ve mutfak becerisinde üstüne yoktu aslan babamın.

Benim ilkokulu bitirdiğim yıl ya da ertesi yıl o da diploma aldı. Ders çalıştığı günleri, elinde kitapla  Beş Eylül İlkokulu’na  doğru yola çıktığı günleri ve annemin ‘’ Uğurlar olsun talebem ! ‘’ esprileri daha dün  gibi  gözümün önüne geliveriyor.

Her akşam yemeğinden sonra iki saatliğine TÖB-DER Lokali’ne gidiyordu. Eve döndüğünde  üstü başı nasıl da sigara kokardı. ‘’ Öğretmenini  yendim. ‘’ dediği kişiler tabiat bilgisi öğretmenimle din dersi öğretmenimdi.

Çok meraklıyım ya… Lisenin felsefecisi / bizim de yurttaşlık bilgisi öğretmenimiz olan Vedat Öztürk’e şimdi burada yazamayacağım sorular sorardım derste, o da ‘’ Babana sor bunları ‘’ derdi. Akşamları  da babama ‘’ Sen mi sorduruyorsun o soruları Kazım abi? ‘’ dermiş.

Sözcüğün tam anlamıyla öğretmen dostuydu babam. TÖB- DER’li öğretmenlerin  sevip saydığı biriydi. Üzüm pamuk tüccarı olup da lokale gidip gelen tek tüccar!

Tüccar olup da Dev-Genç’in düzenlediği ‘’ Üzümde tütünde sömürüye son ! ‘’ mitingine katılan, gene benim aslan babamdı. Biz yürüyüş kolundayız, babam da sağımızda bizimle yürüyen  omuzdaş…

CHP’nin mitinglerine katılmayı olmazsa olmaz bilirdi.

Ortaokul yıllarımda aldı ortaokul diplomasını… Nasıl da çalışıyordu o günlerde görecektiniz… Mutluluğunu şöyle ifade ediyordu o günlerde: ‘’ Karşınızda ortaokul mezunu var ona göre !. ‘’

Kolej yıllarımda  İzmir’e geldiğinde  beni Göztepe maçlarına götürdüğü  oldu iki kez…  Soğuk diye kanyak almış yanına… Heyecanlı heyecanlı maçı izlerken elime  bardak mı şişe mi ne, uzatıp ‘’ İç, ısınırsın ‘’ dediğinde öğrenmiştim kanyağın tadını.

Üniversiteyi kazanamadığım yıl yanında çalışmıştım. Biraz sermaye vermiş ‘’ Sen de alıp satmayı öğren. ‘’ dediğinde nasıl da kasım kasım kasılmıştım. Tüccar oldum diye…

Eğitim enstitüsünü kazandığımda  beni Sivas’a getirmiş,  kısa süre  yoldaşlık etmişti bana. O süre içinde de hemencecik TÖB-DER’e  gidip öğretmenlerle tanışıp görüşmüştük. TÖB-DER onun için muhabbet kapısıydı. Dostluk kapısıydı.

İkinci gelişi ise benim yaralı olduğum günlerdi. Okulun sarkık bıyıklıları tarafından yatakhanede  iki arkadaşımla birlikte  linç edilmiştik. Gazetelerin ulusal baskılarından durumu öğrenen babam atlayıp gelmişti yanıma. Zor günlerimin bir numarasıydı!

 Yaralanmak bir yana bir de okuldan atılmıştım.İki yıl  İzmir’de bir kitabevinde ve Çeşme’de bir turistik otelde  çalışır olmuştum. Bu arada danıştaydan yürütmeyi durdurma kararı almış, okula dönüş hakkını kazanmıştım. Gene birlikte  düşmüştük Sivas yollarına…  Okulun , malum partinin milletvekili adayı olan müdürü elimde yürütmeyi durdurma kararı varken beni kabul etmemişti. Babama odasında sormuş: ‘’ Recai’nin kafası gene aynı mı? ‘’  Babam da ‘’ Sabah, gövdesinin üstünde duruyordu. ‘’  demiş. Bunu TÖB-DER’de anlatmıştı  rahmetli  Yunus Yıldırım ve diğer öğretmenlere de nasıl gülüşmüştük.

Avukat bir dostla konuşup Ankara’ya yollandık. Tanıdık milletvekillerini, TÖB-DER Genel Başkanını ziyaret ettik. Bu arada Oktay Akbal, bizim okulu yazdı Cumhuriyet’teki köşesinde. İlköğretim Genel Müdürü,  arada bir Salihli’de evimizde konuk ettiğimiz  milletvekili Hasan Zengin’in dostuydu. Onun yardımıyla Muğla Eğitim Enstitüsü’na naklimi yaptırdık o günlerde.

Muğla Eğitim Enstitüsü Müdürü ile ilk görüşen babam oldu. Okul bitene kadar da müdürle  abi kardeş olmamız babamdandı.

Annemle birlikte gelip Muğla’da kaldıkları da oluyordu.

Öğretmen olup Urfa’ya tayin olunca  yol arkadaşım gene babamdı. Köyüme beni yerleştiren, Urfa’ya gidip  kebapçıları/ Balıklı Gölü  ziyaret eden, sinemaya giden o ve bendim. Ayrılmaz ikili!

Sefaleti, Türkçe bilmeyen öğrencilerimi ve lojmanın bakımsızlığını görüp dayanamayınca  ‘’ İstifa et, birlikte dönelim Salihli’ye… ‘’  diyen oydu. Her hafta sonu Urfa’ya gidip iki gün kalmamız da bundandı zaten. Bana ödül verir gibi… Sinemaya gidiyor, ara sokaklarda dolaşıyor ve  Urfalılarla kaynaşıyorduk. İGD’li arkadaşlarla da o günlerde tanıştık.

20 gün sonra  onu uğurlarken elim ayağım kopmuştu sanki…

Yaz mevsiminde Salihli’deki evimizde  kardeşlerim, yengelerim ve yeğenlerimle  ne unutulmaz günler geçiriyorduk 80 Evler’de… Pazardan file file yiyecekleri taşıdığı günlerde  biz neden onunla pazara gitmezdik anlamazdım bunu. Şimdi düşünüyorum da  nasıl yetiştiriyordu onca boğaza, bilemiyorum. Dört kardeş olarak hiç birimiz onun elinden tutup eve  ekstradan bir  şey almazdık nedense… O günler için üzüntü duyuyorum şimdi. Bu, biraz da annemden kaynaklanıyordu. ‘’  Dağ gibi babanız varken ne demek sizin bir şey almanız! ‘’  der, ekmek bile aldırmazdı bizlere.

Üstelik, akşam sofralarının çoğu da rakılıydı.

Almak için değil, vermek için yaratılmıştı annemle ikisi…

Bir ara  yeni kurulmuş olan SHP’de aktif görevleri de olmuştu. O günlerin ilçe başkanı olan/ nikah şahidim Ahmet  Kocabıyık, ‘’ Kazım abi ‘’ derken gözleri parlıyordu sanki… Hiçbir şey istemeyen ama partisine  katkı adına koşuşturan bir sıra neferiydi. Öne çıkmak gibi bir eğilimi olmadı hiç…

Salihlili tüccarlar arasında Maden-İş ‘ e  katkıda  bulunan tek tüccardı.  Melek Dirgen ile çıktığımız bağış toplama kampanyasında  hiçbir  arkadaşından  tek kuruş  toplayamamıştık. O ise hiç sesini çıkarmadan 100 lira uzatıvermişti elimize.

Rahmetli halam,  ‘’ Bu paraları nasıl bitireceksin, ye kardeşim ye, ye ! ‘’  derdi bir araya geldiğimizde. Halam öyle diyor ama  bizim babamız öyle biri değildi ki… Eli sıkı denilen babam, aslında savurganın  tekiydi..  Halamın annesiyle babamın annesi farklıydı. Birbirlerini seven ama  farklılıkları olan iki kardeştiler…

Kiloyla ne et aldığı olurdu ne de peynir… Rakıya verdiği para ise… Tahmin bile edemiyorum…

Ölene  kadar içti. Hiç ara verdiği olmadı akşamcılığına… Son yıllarında ise sepetler dolusu üzüm alır şarap yapar olmuştu. Yeşilyurt’ta karşılıklı evlerde oturuyorduk. Ya gelir çağırır ya da telefon ederdi: ‘’ Sarı oğlan akşama gel! ‘’

Bu, ‘’ Gel, rakı içelim.’’ demekti. İçince şenlenirdi. Anneme   asıldığı olurdu. Kadehi de ağzına kadar doldurur, sadece dudak payı bırakırdı. Annem öfkelenince, kadehi gösterir, ‘’ Emmi kızı, şunun şurasında tek kadeh içiyorum, o da gözüne batıyor.’’ derdi.

Öyle severdi ki  içmeyi …

Yıllar öncesinden biliyorum. Her birimiz çocuk sahibi  olmaya başlayınca rakı yüzünden kimi gelin kızlarla  ufak tefek sorunlar çıkmaya başladı.

Biz dört kardeşiz ya… Her birimiz 2 ay 10 günlük olunca dudağımıza rakı sürermiş babam.

Bunu torunlara da uygular olunca 1 Nolu gelinimiz surat astı. Aslan babam ise diretmek yerine sessizliği tercih etti.

Şu da var ki, dört kardeşiz ama babamın 6 gelini de çok sevdi babamı.

Her birimize toplam 6 düğün yaptı. Harmandalı’yı da  annemle babam kadar iyi oynayan yoktur doğrusu…

Herbirimize Türkiye coğrafyasını tanıttı. 6, 7 yıl her coğrafi bölgeyi  tek tek dolaştık sayesinde. Yılda 25 günümüzü gezilere ayırıyordu. Bizim ailede illerin trafik plaka numaralarını bilmeyen yoktur. Coğrafyası, coğrafya öğretmeni kadar iyiydi annemin. Nerede ne yetişir, hangi ırmak hangi bölgede,  hangi tarihi kalıntılar ve hangi uygarlıklar hangi şehirlerdedir sorularının yanıtını evvel Allah biliriz.

Eşi bulunmaz bir anlayışa da sahipti. İlk eşimden ayrılma aşamasındayım. Mahkeme kararıyla eşyalar paylaşılacak. Hâkim eşyaları gösterip eşimle bana soruyor, bu kimin diye.  Babam da yanımda…

Kulağıma eğilip fısıldadı: ‘’  Direteyim deme sakın.  Alsınlar. ‘’

Ben, gösterilen her eşya için karşı tarafın almasına onay verince hiç unutmam, hâkim  beni kenara çekip ‘’ Hiç mi siz eşya almadınız bu eve? ‘’  diye ses tonunu yükseltmişti. Halime acımış olsa gerekti.

Bambaşka özellikleri olan biriydi babam.

Köy Enstitüsü’nde okumuş değildi ama ‘ Ziraat Marşı’ nı Eğit-Der İzmir Şubesi’nin düzenlediği  Cumhuriyet Balolarında  enstitülülerle birlikte sahnede söylerdi.

Unutmayayım… Eğit-Der’in  her Cumhuriyet Balosu’nda İkiçeşmelik’teki öğretmenevinde aramızdaydı annemle birlikte… Eğitim-Sen 1 Nolu Şube’nin  Maksim’deki ve fuardaki  yemekli gecelerinde de…

Çok arkadaş onları öğretmen bildi yıllarca… Oysa biri ilkokul diğeri ortaokul mezunuydu.

Gerek CHP ‘de gerekse de  İGD’de görev aldığım yıllarda  bana bir günden bir güne ‘’ Uğraşma bu işlerle ! ‘’ dediğine tanık olmadım hiç.

Bir kez kızdı sadece…

İGD olarak afişleme yaptığımız bir gece polise yakalanmış nezarete atılmıştık. Babamın arabası da  karakolun önüne çekilmişti içindeki yağlı boyalar ve fırça gibi suç (!) aletleriyle…

Sabah olunca bir bakıyor ne araba evin önünde ne de Recai odasında… Annem söylüyor gerçeği …

Arabayı almak için karakola geldiğinde nasıl da kızmıştı.

O günün  akşamında sofrada  ‘’ Polislerin yanında  iyi etmişsiniz aferin mi deseydim! ‘’  dediğinde boynuna  sarılasım gelmişti.

Öğretmenlik yaptığım Bergama köyünde  1-2-3 ‘lere ben Türkçe yaparken  ona da arada bir 4 ve 5 ‘leri verip  matematik yapmasını istiyordum. Hiç itiraz etmiyordu. Elimden tutuyordu. Akşam da rakısını içtikten sonra  Orhan Kemal’in romanlarını okuyordu. Annem bir köşede o bir köşede…

Okulun yağlı boyası ve her türlü tamiratı da  ona kalıyordu.

Canım asistanım, diyordum arada bir. Kıs kıs gülüyordu o da… Lojmanın önünde bakla yetiştiren, dağa çıkıp mantar toplayan,  arada bir arabasının bakımını  yapan, çeşmeden bidon bidon su taşıyan…

Elinden her iş geliyordu.

Dikili’de ev tutuyordum yaz tatilleri için… 2 aylığına…

O günlerdeki ‘ Emek Ve Barış Şenlikleri ‘nin her programını izleyen/ kaçırmayan iki heyecanlısıydık. Deniz, kum, güneş ve paneller/ konserler… Dikili’nin unutulmaz günleriydi o  yıllar…

Memur olarak mümkün mü iki ay keyfince tatil yapmak?

Balık, et, süt, rakı, manavlık işler ve kiranın  yüzde 50 ya da fazlası  babama,  geri kalanlar da bana…

En  paylaşımcı ortağım…

Kış döneminde de Devlet Tiyatrosunun tüm temsilleri bana aitti … Müzeler dahil…

Ne sıkıntıya sokar ne üzer… Üzecekse bile sadece bir kişiyi üzer: Amcasının kızını/ Rasime’yi…

Yani annemi …

Salihlili kimi dostlar bilir. Ağzı herhangi bir nedenle kaymış olanlar evimize gelirdi ‘ çarpılmak ‘ için… Dedemin babasından mı ne, bir terliğimsi ayakkabı vardı bizde. Onu, gelen kişinin yüzünde üç dört kez  gezdirir ve arkasına bakmaması koşuluyla uğurlardı.  Gelenlerden biri, lise mezunuydu. Babama kalmıştı bütün umudu.  Ona söyledikleri dün gibi aklımda. ‘’ Oğlum, bana gelenler ağzımın yamukluğunu Kazım amca  geçirecek  inancıyla geliyor. Yoksa ne bende ne de bu ayakkabıda bir keramet var.’’

İnanması zor ama sonraki aylarda ağzı düzelmiş olarak teşekküre gelenleri anımsıyorum. Hele hele kahveci olan biri vardı ki, babama taptığı gibi bize de tapıyordu. Sokakta bizi görmeyegörsün, hazırola geçerdi.

Hiç, ama hiçbir kişiden de bu iş için 25 kuruş aldığına tanık olmadım, olmadık.

Öylesi  günlerde ben , şifa için gelen kişi gittikten sonra ‘’ Üfürükçü babam ! ‘’ diye takılıp kahkahayı koyveriyordum.

Kütüphaneler açmaya başladığımız günlerde herkesten önce ayağa gelip  kapımızı çalıyordu. ‘’ Hazırlanın ! ‘’  Araçlar gelene kadar öylece/ merak ve heyecanla evin önünde bekliyordu.

Araçta  tek kelime konuşmuyordu. Açılışlarda da… O günün akşamında ise  onlarda oluyorduk yemekte.  Bir yerine iki kadeh kaldırıyorduk zaferimiz için.

25 Şubat 2006’da 13. Kütüphanemizi açacaktık Manisa’nın Maldan köyünde…

Ben, iki gün önce köye gitmiş son hazırlıkları yapıyordum. Annemden bir telefon: ‘’ Recai’m babanı yoğun bakıma kaldırdık.’’

Son aylarda sağlığı iyice bozulmuştu. İkide bir hastaneye gider olmuştu. Bu kez ciddi gibiydi. Bir hafta kadar önce hastaneye yatırmıştık.

O akşam, Maldan’daki  muhtarlığın misafirhanesinde  ne yediğimi anladım ne de yatıp uyuduğumu…

24 Şubat gecesi bir kâbus gibi çökmüştü üstüme. Muhtar Ömer Yılmaz da üzülmüştü. O gece muhtarla anlaşmış, kütüphane önüne  babam adına bir fidan dikecektik.

25 Şubat’ta Gazeteci Öcal Uluç, Doç. Dr. Efdal Sevinçli, Em. Albay Vedat Peker, Konak Belediyesi Kültür Müdürü Salim Çetin, Şair Hüseyin Peker ve  TKD İstanbul Şubesi yöneticileri olan güzel dostlarımız başta olmak üzere İzmirli / Manisalı kitapseverlerle açtık kütüphanemizi.

Kütüphanenin karşısına da  Cahit  Arf, Mahmut Makal ve Burçin Büke adına birer çam fidanı diktik. Mis gibi kokular yaysın diye bir de akasya fidanı…

Akasya fidanı kim mi ?  Aslan babam Kazım Şeyhoğlu !

                                                                                    *

Muhtarın dışında kimseye bir şey söylememiştik. Gözlerimin yaşarmasının  bile farkında değildi kimse…

O sabah zaten şakır şakır yağmur yağmıştı Manisa toprağına…

Babamsız ve annemsiz açacağımız için, gökyüzü ağlıyor muydu ne !?

İzmir’e geç vakitte dönebilmiştik. Yoğun bakımda da olsa duş yapıp hastaneye gitmeyi düşünüyordum.

Duşumu almış salona iniyordum ki zil çaldı. Annem !

‘’ Babanız hakk’a yürüdü oğlum, başımız sağ olsun ! ‘’

                                                                                    *

Açılışta bir gün önce Hakk’a yürüse Maldan’a gitmeyebilirdik. İleri bir tarihe erteleyebilirdik.

Planımızı/ programımızı bozmak istememiş olmalıydı.

Şiirlerle, halkoyunlarıyla yapmıştık açılışı…

Belli ki keyfimizi  kaçırmak  istememişti.

Her işi bitirdik, sağ salim eve döndük.

Diyecektim ki ‘’ Sensiz oldu ama  açtık canım babam ! ‘’

Diyemedim.

‘’ Bak, ben keyfinizi kaçırmadım. Bekledim sizi.  Benim yeryüzündeki konukluğum buraya kadarmış. Saat 21.20 Hepinize iyi akşamlar. Kalanlara selam olsun ! ‘’

Der gibi  gitti.

Kimseyi üzmeden… Kimseleri üzmeden… Planımızı bozmadan…

25 Şubat 2006 ‘yı gösteriyordu takvimler…

13. kütüphanemizi açmanın mutluluğu, aslan babamı yitirmenin  acısı…

İnişin yokuşu, iyinin kötüsü, beyazın karası,  çirkinin güzeli misali…

Her şey zıddıyla…

Bugün 25 Şubat 2021

Maldanlılara, o akasyaya ve  babama sevgi ve özlemle…

 


Bu yazı 1217 defa okunmuştur.



Recai ŞEYHOĞLU Diğer Yazıları
Köşe Yazarları
Çok Okunan Haberler
Anketimize Katılın
Henüz anket oluşturulmamış.
Namaz Vakitleri