30-07-2020 Recai ŞEYHOĞLU

 

Avusturyalı besteci HansEisler’in bir sözü, üzerinde bence çok düşünülmeye değer…

‘’  Yalnızca müzikten anlayan kişi müziği de anlayamaz.’’

Yaşamı boyunca başı beladan kurtulmamış olan besteci Eisler, komünist olduğu için Nazi rejiminden kaçarak 1938’de Amerika’ya yerleşmiş.  Birtakım sorunlar nedeniyle Meksika’da bir yıl yaşayan besteci daha sonra 1947’de  sorguya çekildikten sonra  Avrupa’ya dönmek zorunda bırakılmış, 1950’den sonra da  Doğu Almanya’ya yerleşerek huzur bulabilmiş ancak.

Yalnızca müzikten anlayan kişinin müziği de iyi anlayamayacağını söyleyerek düşündürüyor bizi. Felsefenin derinliklerinemi çekmek istiyor acaba bizi?

Ben, Eisler’den etkilenmiş olmalıyım. Sadece öğretmenlik yapan kişinin öğretmenliğinden de kuşku duymuşumdur hep. İşi sadece siyaset yapmak olan kişiye de güvenmemişimdir hiç…

Ben hep İbn-i Sina’dan, Ömer Hayyam gibilerden yana olmuşumdur.

Bu nedenle olsa gerek bahçesinde sadece gül ya da yasemin yetiştirenden de hazzetmem.

Benim dünyamda sadece beyaz olmamıştır hiç. Kırmızı ve yeşil de … Bundan olsa gerek, penyelerim renk renktir. Kravatlarım ona keza… Aşureyi sevmem de bundan!

Sade dondurmayı ağzıma sokmam örneğin… İllâ kakaosu, frambuazı da olacak…

Doktor olsam, dahiliyeci olurdum örneğin…

                                                                   *

Trabzon doğumlu olan Suat Çağlayan, çocuk doktoru.

Doktorluğun yanı sıra siyasete de soyunmuş, milletvekili olmuş biri. Yıllar öncesinde de kültür bakanlığı yaptı. Şimdi kendisine  ‘ Sayın Bakanım ‘ deseniz sizi tınmaz bile… O eskidendi, der gibi tavır takınır. Bundan da hoşlanmıyor zaten…

Bildiğim bir başkan vardı. O da kendisine ‘ Bakanım ‘ denilmesinden hoşlanırmış mı ne…

Bir süre  bakanlık yapmış ya…

Doktorluk, siyaset az gelmiş olmalı ki son yıllarında da çocuk edebiyatı, roman gibi alanlarda  görüyoruz onu. Ben, araştırmacı - gazeteci gibi görüyorum onu.

Tıbbiyeli Hikmet romanını okuduğumda böyle düşünür olmuştum. Bir solukta okunduğuna göre Tıbbiyeli Hikmet’i  bütün yönleriyle  araştırmış/ öğrenmişti demek ki…

Konuştuğum çok kişi Tıbbiyeli Hikmet’i Dr. Hikmet Kıvılcımlı olarak biliyordu, benim gibi…

Sayesinde öğrendik.

                                                                        *

Temmuz 2020’de çıkan ‘ SinopeliDiogenes’ romanını okuduğumda  ise onu  Yahudi kökenli Avusturyalı Psikiyatrist Alfred Adler’in izini süren bir psikiyatrist olarak düşündüm nedense.

Oysa Suat Bey, çocuk doktoru…

‘ İnsanı Tanıma Sanatı ‘ kitabını okuduğum Adler’i çok sevmiştim. İnsanları ondan öğrenmeye çalışmıştım eğitim enstitüsü yıllarımda.

 Adler’in Suat Çağlayan üzerinde ne kadar etkisi var bilmiyorum ama Plutarkhos’un çok daha etkisi altında kaldığı kesin…

Yunan tarihçi/ biyografi ve deneme yazarı olan MestriusPlutarkhos’un orta dönem Platonculardan olduğu biliniyor. Ciltlerce esere imza atmış. İnternetten öğreniyorum ki aynı zamanda rahip, elçi ve yargıç.

‘’ Ben tarih yazmıyorum. Yaşamlar hakkında yazıyorum.’’ diyor.

Örneğin; Solon, Aristides, Perikles, Demosthenes, Büyük İskender, Jül Sezar,Çiçero gibi ünlü antik Yunan ve Romalı kişilerin yaşamlarını ‘ Paralel Yaşamlar ‘ altında topladığı kitabı çok ünlü.

Kaleme aldığı bu yaşam öyküleriyle okuyucuya etik ve ahlak dersi vermeyi hedef aldığı söyleniyor.

Suat Çağlayan, SinopeliDiogenes’ten sonra acaba MiletosluThales’i mi yazacak diye düşünür oldum bu kitabı okuyunca. Thales’ten sonra da sırayı İstanköylü Hipokrat’ın alması mümkün.

Neden böyle düşündüğüme gelince…

Doktor- Siyasetçi- Yazar Suat Çağlayan bu kitabında,ahlakı sistematik biçimde  inceleyen ahlak felsefesini gözler önüne sermeye çalışmış sanki.

Diogenes’in yaşamından hareketle…

Bu, bilinçli bir tercih olmalı.

Çünkü, tanıdığım Suat Çağlayan, aydınlık gelecek için çabalayan/ doğru bildiği yolda kimin ne dediğine aldırış etmeden ilerleyen, belki bu konuda üzüntü/ sıkıntı ve yalnızlık yaşayan ama doğruları peşinde yürümeyi sürdüren biri…

Dante’nin’’ Sen yolunda yürü ve bırak ne derlerse desinler! ‘’  sözünün sürdürücüsü…

Diogenes, özel bir tercih olmalı.

Sinopeli kuyumcu Hicesias’ın oğludur Diogenes. 3 yaşında annesiz kalması, daha sonra üvey anne ve üvey kardeşlerle yaşamak zorunda kalması ve gördüğü eziyetler onu erken olgunlaştırır.

Sinope’nin en çok iş yapan iki kuyumcusundan biri olan babasından ve işyerindeki ustası Priapos’tan değerli madenleri işleyerek takı  ve mücevher üretmeyi çok genç yaşta öğrenmiştir. 13 yaşında usta olmuş bir kuyumcudur artık. Madenleri eriterek onlardan karşımlar yapabilmekte ne kadar hünerliyse o kadar da mutsuzdur. Çünkü babası altın, gümüş ve bakırı eriterek mücevher üretimi yaparken hileler yapmaktadır. Nitekim şöyle diyecektir sevdiğine: ‘’ Babamdan nefret ediyorum. Mesleğinde hileler yaparak herkesi aldatması deli ediyor beni.’’

Haksızlığa olan tahammülsüzlüğü bir yana ‘’ Sen benim kim olduğumu biliyor musun? ‘’  şeklindeki böbürlenmelere de  dayanamamaktadır.  Üzerine geçirdiği değerli kumaş parçalarıyla  egemenlik kurmaya çalışan bir soylunun oğlunu dövmesi de bu yüzdendir zaten.

Bulunduğu şehir,babası ve çevresi artık ona dar gelmeye başlar ve ayrılır Sinope’den.

Bir gemiyle Pire’ye varır. Sokrates’in öğrencisi Antisthenes ile tanışır. Zaten onu görmek düşleriyle  varmıştır bu topraklara… İşi gücü felsefe olmuştur artık.

Ardından Atina…

Bu arada Sokrates’in çileli yaşamı da gözler önüne seriliyor. Bilgelik dolu yaşamı da…

Yargılanırken ağzından dökülen şu sözcükler Sokrates’in felsefesini de anlatıyor tabii ki:

 ‘’ Ben, özü sözü doğru olan biri olduğum için politikaya atılmadım. Böyle bir adama ne yapılır, armağan verilir! Bana ne armağan vereceksiniz?’’

Öğrencilerine parayla ders verdiği ve gençleri yoldan çıkarıyor iddiaları üzerine Sokrates kükrüyor:

 ‘’ Tanrılarla bir alıp veremediğim olmadı. Hiçbir öğrenciye parayla ders vermedim. İster beni salıverin isterseniz bırakmayın. Yalnız şunu bilin ki bin kez ölmem gerekse bile sesim çıktığı sürece konuşacağım ve yolumdan dönmeyeceğim.’’

Sokrates’in şu sözleri de onun kimliğinin bir parçası. ‘’ Ben Atinalıların sineğiyim. Soru sorarak hem yöneticileri rahatsız ediyorum hem de haklarına sahip çıkmaları için Atinalıları uyarıyorum.’’

Nitekim, Atinalı yöneticiler zehir içirerek ondan kurtuldular.

Ama,Antisthenedes ve Diogenesleronun davasını unutmayıp sürdürdüler.

Diogenes, erdemin özgürlükle, özgürlüğün de doğaya uygun basit bir yaşam sürerek elde edilebileceğini düşünüyor, bunun uygulamasını da kararlılıkla sürdürmek istiyordu.

 Sokrates ve Antisthenes gibi söylev vermek değil de ‘’ Beni gelip bulursanız soracağınız sorulara yanıt verebilirim.’’ dedi Atinalılara.

Biri sordu Diogenes’e: ‘’ Akıllı insanı nasıl anlarsınız?’’

‘’ Konuşmasından!’’

‘’ Peki ya hiç konuşmazsa?’’

‘’ O kadar akıllı olanına rastlamadım.’’  DiyenDiogenes’i Atinalılar hep bir elinde sopası diğer elinde yanmakta olan feneriyle dolaşırken görüyorlar.

Soylunun biri dalga geçmek için soruyor kendisine: ‘’ Filozof, söyle bakalım ne arıyorsun?’’

O da yanıtlıyor: ‘’ Adam arıyorum adam! ‘’

Belli ki o dönemlerde Atina, adamsızlık sıkıntısı çekmekte.

Korint ( İsparta) günlerindeki sözleri üzerinde düşünmeye değer… Diyor ki ; ‘’ Mal, mülk, zenginlik, asalet ve refah insan onuruna ve bilgeliğine ters şeylerdir. Aynı şeyi evlilik için de söyleyebiliriz. Aile kavramı doğaya aykırıdır. İster kadın olsun ister erkek, tek bir eşe bağlı olmak insanın kendini yüceltmesinin önünü keser.’’

 Felsefeye düşkün, bilge bir yönetici olan Makedonya Kralı Philip, Sokrates ile tanışmış ve onunla sohbet etmiş biriydi. Sokrates’in öldürülmesinden de derin bir üzüntü duymuş, oğlu İskender’in ünlü felsefecilerle tanışmasını/ görüşmesini sağlamıştı.

Oğul İskender de babasının isteğini yerine getirmek için Korint’e gitmiş, Diogenes ile tanışmak istemişti.

Diogenes o gün fıçısının ağzında oturmuş, ilkbahar güneşinin tadını çıkarmakta…

Güneşlenmekte olan Diogenes’e sorar Büyük İskender.’’ Bir arzun var mı? ‘’

‘’ Güneşimden çekil yeter! ‘’

Diyojen’i bize Diyojen olarak anlatan tümce de bu zaten.

Biz o tümceyi ‘’ Gölge etme başka ihsan istemem. ‘’ şeklindeydi.

                                                                     *

Bir doktorun, bir feylesofun yaşamını büyüteç alması alışık olmadığımız bir durum.

Psikiyatrist olsaydı anlamakta zorlanmayacaktım. Ama yazarımız bir çocuk doktoru. Belli ki siyasetçi kimliği ile araştırmacı özelliğinin de bir etkisi var bu kitabın hazırlanmasında.

Kaynaklara ulaşmak öyle çok zor olmadığına göre herkes böylesi bir kitap hazırlayabilir.

Konu Diogenes olunca, bir başka düşünüyorum ben.

3 yaşında annesini kaybeden, yaşamı üvey anne - üvey kardeşler ve hilekâr- varsıl bir baba arasında geçen bir oğulun psikolojisi, onu demek ki hem doktor hem siyasetçi hem de yazar olarak ilgilendirmiş. Babasının sahtekârlığına seyirci kalmak durumunda kalan Diogenes’in ruhsal yapısındaki  travmalar ve haksızlığa olan tahammülsüzlüğü belli ki mercek altına alınması gereken bir yazı konusu.

Bizi ahlak felsefesi konusunda düşünmeye davet eden bir kitap SinopeliDiogenes.

Yeryüzünde Hicesias gibi kaç sahtekâr babanın oğlu feylesof oluyor dersiniz?

 


Bu yazı 772 defa okunmuştur.



Recai ŞEYHOĞLU Diğer Yazıları
Köşe Yazarları
Çok Okunan Haberler
Anketimize Katılın
Henüz anket oluşturulmamış.
Namaz Vakitleri