Recai ŞEYHOĞLU
ÜNSAL AİLESİNDEN BUGÜNLERE…
ÜNSAL AİLESİNDEN BUGÜNLERE…
‘ Senelerce senelerce evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee. ‘
Diye bir şiir okurdum orta- lise yıllarımda.
Nedense bu şiir beni çok etkilerdi. Yahya Kemal’in Rindlerin Ölümü gibi.
Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla’sı gibi.
*
1966- 67 öğretim yılından bu yana hiç yara almadan süren bir arkadaşlığım var Lütfi Ünsal ile.
Deniz kıyısında bir yerden değil de yemyeşil Gediz Ovası’ndan… Salihli’den tanışıyoruz onunla.
CHP Salihli İlçe Gençlik Kolu’nda yönetim kurulunda da birlikte çalışmışlığımız var.
*
Yıl, 1972-73 olsa gerek…
Öte yandan babalarımız da arkadaş. Babası Halit Ünsal, benim sevgili ağabeyimdi. Çalıştığı işyerine gidip muhabbet etmişliğimiz hiç de az değildi. Beni koca bir adam olarak ciddiye alıyor olmasından haz duyardım. Ciddi ciddi sorular sorardı bana her defasında.
Halit abi, tıp fakültesinde beş yıl dirsek çürütmüş biriydi. Salihli’de muhasebecilik yapıyordu. Onu hep önündeki facit hesap makinesiyle anımsıyorum.
Evleri hâlâ gözümün önünde. Turan Caddesi ile Mithatpaşa Caddesi arasındaki bahçeli, geniş avlulu bir evde yaşıyorlardı. Kimbilir kaç apartman yapılırdı o bahçeye… Nitekim şimdi o bahçenin yerinde dikilen apartmanlarda yüzlerce kişi yaşamını sürdürmekte.
O bahçelieve girip çıkmışlığım çook. Meyve ağaçları, çiçekler ve tulumbanın bulunduğu o bahçe, keşke bizim olsaydı diye vahsınıp durduğum çok oldu doğrusu.
Halit abi ölçülü, Melahat teyze ise otoriter yapılıydı. İtiraf etmem gerekirse Melahat Teyzeden çok çekinirdim.
Ünsal Ailesi, Salihli’nin seçkin ailelerindendi.
Kardeşi İbrahim’le ne zaman tanıştık bildiğim yok. O, Bornova Anadolu Lisesi’nde okuyordu. Muhabbetimiz olmuyordu onunla. ODTÜ öğrenciliği döneminde başladı onunla olan sıcak ilişkimiz.
Ben Sivas Eğitim Enstitüsü’nden atılıp da Salihli’ye gelince daha çok görüşmeye başladık.
Lütfi o sıra inşaatlar yapmaya başlamıştı yanılmıyorsam. Açık öğretimde okuduğundan ticari işlere başlamıştı. İnşaat dışında bir de eczane çalıştırıyordu.
O günlerde tarla gibi olan bahçelerini ve bahçede yer alan evlerini değerlendirip apartman dikmeye başlamışlardı. Eczacı da ,dikilen apartmanın zemininde yer alan kiracılarıydı yanılmıyorsam…
*
Aradan çok yıllar geçti.
Lütfi, özel bir kolejin genel müdürü, İbrahim ise elektrik mühendisi olmuştu.
Ama, ne görüşüyor ne de iletişim kuruyorduk.
Ta ki Lütfi’nin Antalya günlerine kadar.
Telefonlaşsak da görüştüğümüz olmuyordu.
Öğrendim ki İbrahim de Umman’da iş kurmuş, orada yaşıyormuş.
Alsancak’ta oturan anne ve babasını arada bir ziyaret ediyor olsam da iki kardeşi hiç göremiyordum.
Lütfi, annemin ‘’ Sürmeli oğlum’’ dediği arkadaşımdı.
Annemi kaybettiğimizde telefon açmış başsağlığı dilemişti. Başsağlığı dilemek ne demek… Ağlıyordu telefonda. ‘’ Rasime teyzem’’ diye. Beni de ağlatmıştı tabii ki... Benim vefalı arkadaşım!
Birbirimizi çok özlemiştik.
‘’ İzmir’e geliyorum. Kordon’da buluşalım, yiyip içelim. ‘’ demişti Antalya’dan.
Saatler süren bir geceydi. O gece öğrendim, öğretmenliğini/ özel okulda yöneticiliğini/ dünyayı gezdiğini…
Aradan iki üç yıl geçince de Ayvalık’ta buluşmuştuk tatil yaptığı otelde.
Her yazdığım kitabı ve çıkardığım gazeteyi ona göndermeyi görev bilmişimdir.
*
Hele şükür, sonunda İbrahim ile de buluştuk.
Ama hakkında çok şeyler duyuyordum görmesem de. Örneğin, Alsancak’taki bir evini Salihlililer Derneği’ne tahsis etmiş, beş kuruş da kira almıyormuş.
Benim öğretmenliğim ve sendikacılığım, kütüphanecilik çalışmalarım nedeniyle İbrahim’le bir türlü bir araya gelememiştik. Umman’daki işlerini tasfiye etmiş, artık İzmir’ dönmüştü.
Aklımdan geçiyorduysa da, buluşmayı gerçekleştiremiyorduk bir türlü.
*
Basmane’deKemal Lökçü’yü ziyaret etmiş Konak istikametine doğru yürüyordum.
Birisinin dik dik yüzüme doğru baktığını görünce , o yüzün hiç de yabancı olmadığını anlamam üç beş saniyemi almıştı. ‘’ Recai’’’ derken o, ben de ‘’ İbrahim! ‘’ deyivermiştim bir anda.
Sarılıp kucaklaşmamız, hal hatır sormamız ne kadar sürdü anımsamıyorum ama eve dönünce onunla olan ilişkilerimiz film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
Aile Pastanesi günleri, evdeki el şakalarımız, iki farklı siyasetin tarafı olarak yaptığımız tartışmalar…
Alo deyip bürosuna gittiğim gün etraflıca öğrenmiş oldum geride kalan yılların ne getirip ne götürdüğünü. Annesi ve babası rahmetli olmuş, kendisi de iki torun sahibi bir işadamı/ dede olarak yaşamını sürdüyordu.
O gün unutamayacağım bir tavrına da tanık olmuştum.
Kayınpederinin amatörce yazdığı şiirlerini kitaplaştırdığını ve kendisine sürpriz yaparak armağan ettiğini, sarılıp kucaklaşmalarını anlatmıştı.
O ne?
Gözlerinden de yaşlar akıyordu bunu anlatırken.
Anlattığı kişi babası Halit abi değil, kayınpederiydi. Ve İbrahim, kayınpederi için gözyaşı döküyordu.
Bir lokma ekmek için insanın insanı boğazladığı, açlık ve işsizlikten intiharların yaşandığı, oğulun babasını bıçakladığı Türkiye’de bir elektrik mühendisi de kayınpederine duyduğu saygıyı ve ona yaptığı güzelliği anlatıyordu yaşaran gözleriyle.
‘ Dünyayı güzellik kurtaracak’ diyenleri bir kez daha alkışlayasım geldi.
İbrahim, o güzel insanlardan biriydi. Benim sevgili Halit abimin sevgili/ akıllı oğlu Sevgili İbrahim arkadaşım…
Kitaptan söz edince…
Yeni çıkan iki kitabımdan da söz ettim bu arada.
*
Konak Belediyesi’nde Salim Çetin’le çay içerken ondan gelen telefonla başım tavana vurdu nerdeyse.
‘’ İki kitabını da ısmarladım yayınevine.’’
*
Karşıyaka Kırmızıkedi’de, PAN’da ve Konak Yavuz Kitabevi’nde kitabım raflarda / vitrindeyse de pek satıldığı yoktu. Birgül Hanım, ‘’ Kitaplarınızın haberi yapılıyorsa da bir türlü satılmıyor Recai Bey.’’ diyorsa da bir şey gelmiyordu elimden.
Bilmediğim bir konuydu, kitaplarımın pazarlanması/ paraya dönüşmesi…
Şöhretli yazarların dışında kalanların kitapları pek satılmıyordu ülkemizde. Bu bir Türkiye gerçeği!
Zorla da aldıramazsınız ki…
İbrahim’in telefonu yüz kitabım satılmış gibi mutlu etmişti beni.
TÜYAP İzmir Kitap Fuarındaki imza günlerim geliyor gözümün önüne.
İmzaladığım kitabın parasını alamadığım günler…
Kütüphaneciyiz ya… Arkadaşız ya… Parasını vermeden kitabımı alan kaç kişi oldu bildiğim yok ama oldu!
Gördesliler Derneği’nde yapılan kokteylimde ise daha başka bir komedi yaşamıştım.
Kitaplar bir yerde yığılı durumda. Henüz imza için masa hazırlanmış değil.
Tanıdık biri, ‘’ Recai bu kitaplar satılık mı hediye mi edilecek? ‘’ demez mi…
Yanıt vermek istemediysem de yanımdaki biri benim adıma konuşmuştu.
Bu konu aklıma geldikçe de kanım saatte yüz kilometre hızla dolaşıyor damarlarımda.
Eş dost, arkadaş omuz veriverse sorunu çözmüş olacağız ama olmuyor işte!
Keşke ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitabın yeri 235. değil de 10. sıra olsa…
Ben de didinmemiş olsam kitabın satılması için.
Ya da İbrahim Ünsallar, Tülay Candalar, Avni Aydemirler, Murat Yılmazlar çoğalsa…
İbrahim’i kucaklamak istemem bundan.
Zaman zaman deneme, gezi notları ve öykü/ anlatı yazmaktansa aşk romanı mı yazsam acaba diye düşündüğüm oluyor. Ya da ‘ Papazın Karısı ‘ türündenerotizm kokan bir kitap…
66’sından sonra da yakışır mı bilmem ki…
Bereket versin ki umudumu yitirmiş değilim.
Bir gün mutlaka beni de okumak isteyen okurlarım olacak. Kitabevlerine girip soran, imza günlerimde sırada bekleyen…
ErskinCaldwell’igözönüne getiriyor olmam nedeniyle gereksiz takıntılardan kurtarıyorum kendimi.
Ve her defasında içimdeki Recai’nin, Caldwell’ianımsatıyorcasına ‘’ Recaiciğim güzel yazarsan mutlaka senin de çoğalacak okurların.’’ sözüne kulak vermeyi ihmal etmiyorum.
Sokrates’in ‘ Kendini Tanı ‘ sözünü hiç gözardı etmemeyi ihmal etmediğim gibi.
İyi yazıp da okunmayan kim var ki şu gezegende?
İbrahim Ünsalların çoğalması dileğiyle…